4 Şubat 2010 Perşembe

N'apıyoruz, N'apıyoruz...?!

Erdem midir yoksa kabullenmek midir? Bağırdık bir şeyleri değiştiremedik, susarak tepkimizi mi koyalım ya da 'böyle devam edilecekse ben oynamıyorum' mantığıyla yarın on beşinci dakikada tribünleri terk etmekten söz ediliyor şimdi. Ben hala kararsızım. Tepki vermek, vermemek arasında değil bu kararsızlığım. Tepkinin anlaşılırlığı, kendimce doğruluğu ve katılım oranıyla alakalı. Vakti zamanında 15 dakika suskunluğa zor tahammül edip sonrasında üçlüyle eski haline bürünen bir tribünden bahsediyoruz. Zaman zaman farklı şeyleri protesto etmek için kısa süreli sessiz kalınmalar, tribünün ortasını veya üst katını boşaltma, koridora çıkıp bekleme gibi varyasyonlar denendi. Bu sefer ki çok farklı olmalı. Farklılığından ziyade hemen hemen herkes yapmalı. Gelgelelim tüm sandıklardan önde çıkan bir başkanın içimizde ne kadar destekleyeni var, ona rağmen o tribünde kalıp da maçı seyretmek isteyen, takıma bağırmak isteyen, 'paramı verdim neden çıkayım?' zihniyetinde olan kaç kişi var bilemiyorum. Bir kısım kalır bir kısım çıkarsa ve çıkan kısımın sayısı azımsanacak ölçüde kalırsa hiç bir etkisi kalmaz bu protestonun.

Keşke şöyle yapılabilse; herkes maça gelse. Takımına sahip çıkmak sessizliğin sesine ortak olmak için. Yerine geçip otursa ama otursa. Elinde çekirdek çitleterek maçını izlese. Diyeceksiniz ki o zaman takımı olumsuz yönde etkiler, etkilesin. Takıma değil sadece yinetime bağırılan maçlardan daha az olumsuz etkisi olur inanın. Alkışlanır güzel pozisyonlar. Tutablirsek kendimizi gol attığımızda da coşku yaşamayız, alkışlarız sadece. İlla ki gitmek gerekmez. Gitmek, terk etmektir. O varken ben yokum diye tribünü bırakanlara sözüm olamaz. Saygı duyarım ama ben o tribündeysem ve olacaksam. Gidip gelmek de olmaz.

Keşke şöyle yapılsa; 'anlayana davul zurna' hesabı "lay lara lay lay..." cinsinden alakasız bestelerle vur patlasın çal oynasın şeklinde şarkılar söylense. Parmaklar şıklatılarak oynansa tribünde. Delirtti ya bizi bu adam. Delirsek hepten. Tribünde bir eski açığa bir yeni açığa koşsak... 'Çıldırın, çıldırın' melodisiyle "Yıldırım, Yıldırım" diye kafaları sallasak. Söylediklerimiz anlaşılmıyorsa başka başka şeyler söylesek.

Ya da en ütopik olanı, o tribüne girip de Pazar akşamına kadar çıkmasak. Maç bitiminde ışıklar sönse, hiç kimse kalkmasa yerinden. Kolkola girip otursak. GreenPeace'in zincirlenmiş üyeleri gibi kenetlensek birbirimize. Çıkaramasalar bizi. Kazımak zorunda kalsalar. Çıkmadığımızı duyan dışarıdaki Beşiktaşlılar gelse stada. Stadın etrafında toplansa. Duyan gelse, Duyan gelse. Gece yarısı ertesi sabaha kadar on binler aksa İnönü'ye, Beşiktaş'a.... Pazar akşamına kadar stadın etrafına Beşiktaşlıyım diyen herkes çevre illerden gelse. Dolsak taşsak...

Şişli'de yürürken "Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana" diye bağırılması geliyor aklıma sonra. Bizim kaç kişi olduğumuzu sayan olmadı ama sandıktan çıkan sayım sonucu boşa yırtılan gırtlaklara yumruk gibi çöktü. Nasıl olacak bilmiyorum...?

Hiç yorum yok: